“Herkes kaçınılmaz olarak, kendi hayat hikayesinin kahramanıdır.” der John Barth. Bir de başkalarının hayatında, onlar için kahraman olanlar vardır. Fatih Terim işte onlardan biri.
****
“Eski”ye tepkili, eskiye karşı amansız bir mücadele içinde yeniyi bulma çabasında olan Bertolt Brecht ise der ki, “Yazık kahramanlara gerek duyan ülkeye!” Çünkü O, yeninin peşindedir. Şöyle ifade eder kendisini: “Eski ustaların kötü çalıştığını ya da görevlerini yapmadıklarını söylemiyorum. Hatta, onların görevlerini tam yerine getirdiklerine inanıyorum ve size utanın diyorum, eski sorulara yeni yanıtlar aramak yerine, yeni sorular sorun.”
Kahramanı Fatih Terim olan bir hayat hikayesinin, BELGESEL FİLM olarak bir anlatısını yapacaksanız, onu üstünkörü yapma hakkınız yoktur! Unutmayalım ki, aslında kahramanlar, bize insanın neler başarabileceğini gösteren, insanlık serüveninde yapıtaşı olmuş tarihsel figürlerdir.
Peki TERİM yapımı, hem Fatih Terim’in ustalıklarını anlatan ve aynı zamanda kişiliği/yaptıkları/iniş-çıkışları üzerinden yeni sorular sorarak bugüne ve geleceğe tarihsel perspektiften bir yaklaşım getirme çabası içinde olan bir iş mi?
Çok net ifade edeyim ki, bir sinemacı iseniz, tarihsel olarak Terim karakterine odaklanırsınız; işin ticareti/menfaati peşindeyseniz kişisel olarak Terim’e oynarsınız.
Şunu baştan söyleyeyim: Netflix gibi bir ticari platformda kotarılan iş, Terim’e oynayan ve bir SANAT ÜRÜNÜ için yeter gerekleri karşılamaktan uzak, BELGESEL süsü verilmiş bir methiye.
Suat Başar Çağlan, Gazete Duvar’da yayınlanan “‘Terim’ veya Tarihi Yeniden Yazmak” başlıklı yazısında, istihzaî bir gönderme ile “yerli dizi” diyor yapım için. Ben methiye diyorum. Mehmet Demirkol gibi “güzelleme” demem. Öyle demek için sanatlı bir şey olması gerekir, zira Güzelleme bir Halk Edebiyatı sanatıdır. Bu işte sanatlı hiçbir şey yok. Hele hele Demirkol gibi, “Bırak güzellemeyi, bu bir Fahriye!” hiç diyemem. Yani kendi kendini güzelleme sanatı!
Burada yazı konusu dışına çıkmak zorundayım: Demirkol’un iddia ettiği gibi, “Hoca kendi kendini güzellemiş. Kendisine bir güzelleme yazmış ve çekilmiş.” diyebilmek için, en azından belge/bilgi/tanıklık gerekir. Bu ithamı yapandan normal şartlarda iddiasını ispatlaması istenir ama ben şahsın, “Hande Sümertaş” olayında sergilenen rezilliğin öznelerinden biri olduğunu hatırlatmakla yetineceğim. Zaten bu durumda, başka söze hacet kalmıyor.
Tekrar yapıma dönersek, TERİM’in bir belgesel olmadığını anlamak için aslında türlü çeşitli gerekçeler sunmaya gerek yok. Anlattığınız dönemin baş aktörlerinden Hakan Şükür gibi bir figürü yok saydığınız için, anlattığınız hikayenin en özel anlarını yaptığınız filme koyamıyorsanız, yani anlatmak istediğiniz şeyi bile belgeleyemiyorsanız, ona belgesel diyene gülerler. Sinema, kendi hikayesinin aktörleriyle ilgilenir. O aktörlerin başka hikayelerdeki başka rolleri, bu hikayedeki durumunu değiştirmez. Benim burada kastettiğim, hem Galatasaray’ın hem ülke futbolunun en önemli başarılarının anahtar isimlerinden biri olan, ‘profesyonel futbolcu Hakan Şükür‘dür. Onun başka hikayeleri, başka hikayedir. Bir ülkenin futbol tarihinin en önemli sayfalarını ve en önemli sahnelerini anlatmak için yola çıkıp, o sahnelerin aktörü olan bazı başat isimleri kullanma cesareti olmayanların, TERİM belgeseli yapmaya soyunması kadar büyük bir trajedi olamaz, bana sorarsanız. Hakan Şükür ne kadar öyle bir isimse, Mehmet Ağar da öyle bir isimdir. Bunlardan bahsediyorum… Bu aslında, memleket sinemasının/sinemacılığının içinde bulunduğu acınası zül hali anlatır! Ama tabii başka mevzu…
****
Kendi mevzumuza dönersek, “Konu” birinin hayatı bile olsa, belgesellerin gerçek kahramanı, yönetmenleridir. George Santayana, “Gerçek kahraman, cesaretini şahitsiz gösterir” der. Cesaretsiz bir yönetmen, bir kahramanı anlatamaz. Nitekim TERİM adlı yapımda da anlatamamıştır. Cesaretsiz bir yönetmenin elinden bir belgesel çıkmaz. Nitekim TERİM adlı yapımda da çıkmamıştır. Ancak bir cesaretsiz yönetmen, Demirkol gibilerin aşağılamalarına maruz kalır: “Sen kimsin ki? Sana parayı verdiler, canlarının istediğini çektirdiler.” demeye gelen laflar duyarsın böyle.
Şimdi biraz önümüze konan yapımın içine girelim. Bu sebeple önce BELGESEL SİNEMA nedir, kısaca ondan bahsederek başlamak isterim.
Belgesel Film dediğimiz şey, prensip olarak 2 unsuru içinde barındırır:
1) BELGE/BİLGİ/TANIKLIK
2) Anlam üretmeye yönelik ESTETİK KAYGI
Estetik kaygı taşımayan hiçbir iş, bir sanatsal üretim olamaz. Anlam üretmeden sadece belge sunan şey film değil, haberdir. BELGESEL FİLM dediğimiz şey, evet belgelere, bilgilere, tanıklıklara dayanmakla birlikte, bir sanat eseri olması hasebiyle yapıcısının öznel tarih okumasıdır. Yani her belgesel aslında bir tarih yazımıdır. Yazanın tarihe bakışını anlatır. Bugün ve gelecek için anlam üretme çabasının ürünüdür. Belgesel bu sebeple, tür olarak sinema sanatının en entelektüelite ve birikim gerektiren çabasıdır.
Bu temel prensipler doğrultusunda baktığımızda, sinematografik olarak, bir sinema öğrencisinin sınav olarak verse sınıfı geçemeyeceği yetersizlikte, estetik kaygıdan uzak, hiçbir entelektüel derinliği olmayan, anlam üretme çabasından ziyade methiye peşinde bir işe, işi/hobisi sinema olan hiç kimse belgesel demez. Ben de demem, diyenle de muhabbete girmem.
****
Dramatik Sanatlar çatısı altında teorisi şekillenen sinema sanatı, aslında binlerce yıllık “anlatı” geleneğinin modern çağ veçhesidir. “Dramatik Sanat” olarak sınıflandırılması ise, dramaturgi ilmi çerçevesinde şekillenmesi hasebiyledir. İnsanı, insana, insanla anlatma sanatlarında ‘Dramaturgi’nin rolü için, “bilinenin bilinmeyen, düşünülenin düşünülmeyen, görünenin görünmeyen yanlarını deşme ve anlatma” ilmi ya da ustalığı diyebiliriz. Bir eserin, anlattığı hikayeyi en çarpıcı şekilde anlatmasının ve üretilmek istenen anlamın en açık şekilde ortaya çıkmasının yapı taşlarını döşer dramaturgi, kısaca.
TERİM yapımının baştan sona tüm dramaturjik eleştirisini yapmayacağım elbette. Akademik/Teorik bir uğraş ile sinema sanatıyla ilgilenenler adına bunu yapmak isterdim elbette ama pek çok okuyucu için uzun ve sıkıcı olacaktır. Ve fakat, teknik olarak TERİM yapımının neden bir anlatı içermediğini söylemek için bir örnek vermem icap eder.
Yapımın ilk 25’inci dakikasına kadar bir girizgah izliyoruz. Bu girizgah, bizi hikayenin içine almak içindir dramatik sanatlarda. Girizgahı tartışmayacağım, yönetmen takdiridir. Lakin 25’inci dakikada girizgahın ardından İLK KRİZ halini önümüze koyuyor yönetmen: sevgili Bülent Timurlenk’in ağzından duyuyoruz “O Fenerbahçe maçı, Galatasaray tarihinde kırılma noktalarından bir tanesidir.” Yönetmen bunu açıyor, “Fatih Terim İSTİFA!” seslerinin hem tribünlerden, hem basından yükseldiğini anlattırıyor tanıklara ve Fatih Terim’e. Peki sonra ne oluyor? Fatih Hocanın 2-5-3 tekniğinin anlatımına geçiyoruz.
Bunu şöyle mi değerlendirelim: “Ne olduysa olmuş! Tamam işte, istifa yok, görevden alma yok. Devam!” Eyvallah hayatın içinde bunu söyleyebilirsiniz. Ama sinema sanatında bunu yaparsanız, “Ne anlatmak istediği belli değil! Anlatmak istediğini de anlatamıyor zaten!” derler.
Bakınız, elbette bu benim her şeyiyle yerden yere vurduğum yapımı izleyip, bundan etkilenen, duygulanan, hoşlanan insanlar olacaktır. Benim de gözlerimin dolduğu sahneler oldu, konuyla ilgili kendi hatıralarım hasebiyle. Ama bu, bu yapımın bir “eser” olduğu gerçeğini değiştirmez. Ve sanatsal üretimlerin kritiği, kişisel durumumuz üzerinden yapılmaz. Her eser, kendi sanatsal disiplini çerçevesinde kritiğe tabi tutulur. Benim de yaptığım odur.
Yapımda daha başlarken kendini gösteren anlatım bozuklukları, kurgusal mantık hataları ve her nevi yapısal aksayışlar yapımın tümüne yayılıyor maalesef. Bir izleğin olmaması, yani aslında bir anlam üretme kaygısının yokluğu, eklektik bir düzen içerisinde, düzensiz bir hikâyeler yumağına dönüşüyor. Hikayelerin hepsi eksiklik duygusu, hepsi yarım kalmışlık, hepsi bir iğretilik hissi uyandırıyor.
Örnek: İLK KRİZ’in çözümü/atlatılmasını maalesef tanıklardan, mesela Başkan, Yönetici, Terim vb duymadan, anlamadan hop atladığımız 2-5-3 var ya! Hani Terim krizden çıkmak için yeni bir oyun şekli icat ediyor… Bunu hakkıyla anlatabilmiş mi yapım? Fatih Hocanın futbol sahasında yaptığı icatlardan elin insanı sistemler üretip, bugün izlediğimiz çağdaş futbolun temellerini atmışken, buradan bakışla bir pencere açmış mı hem Terim’in hayatına, hem ülke mantalitesine, düne, bugüne ve yarına… İşte dramaturginin olmadığı yerde bunlar olmaz. Bilinenin bilinmeyen, düşünülenin düşünülmeyen, görünenin görünmeyen yanlarını deşemez ve anlatamazsınız.
Maalesef bu yapım, içerik olarak bir yetkinlik taşımadığı gibi, grafik dili ve görsel unsurları itibarıyla da oldukça düşük bir standartta. Farklı zamanlarda, farklı teknolojilerle kayda alınmış görselleri yoğun olarak kullanmak mecburiyetinde olduğunuz bir işe soyunduğunuzu daha bismillah derken biliyorsunuz. O yüzden grafik dili, renk ve kurgu mantığını düşünmüş ve planlamış olmalısınız. Seyredin diye önümüze konulmuş mevcut çıktı, (burada içeriği kastetmiyorum, teknik olarak) ancak bir “kaba kurgu” olabilir. Yani izleyiciye hakarettir aslında, aklıyla dalga geçmektir. Daha ötesini söylemeye gerek yok. Ne grafik, ne görsel atmosfer olarak hiç incelik düşünülmemiş, hiç inceltilmemiş kaba saba bir iş.
Kaba sabalığa bir de içerikten örnek vermek isterim: Hani oyuncu Terim, hoca Terim, İmparator Terim, baba-dede her Terim’i anlatıyorsunuz ya, mesela ‘Yorumcu Terim’i niye anlatmıyorsunuz? Öyle ya, futbolun içinde her yönüyle anlattığınız bir insanın, hele Fiorentina ayrılığı sonrası gibi hayat akışının dönüm noktası evrelerinden birinde sahalardan çekilip ekranlarda boy göstermiş olması, TERİM adlı bir belgeselin kapsam alanı dışında olabilir mi? Döneminde oldukça ses getirmiş, yayınlandığı kanalın büyük reklam-PR çalışması ile futbol kamuoyunda merakla beklenip izlenmiş, “Futbol Zirvesi” adlı programdan bahsediyorum. İşi yapanların bilmediğine bahse girerim ama ispat edemem!
CNN TÜRK, 06 Kasım 2000 Pazartesi akşamından itibaren Fatih Terim ve CNN Türk Spor Müdürü İhsan Topaloğlu’nun birlikte sunacağı ‘‘Futbol Zirvesi’’ programını ekrana getirecek. Avrupa’da Türkiye’yi başarıyla temsil eden bir zamanların ünlü futbol yıldızı Fiorentina Teknik Diröktörü Fatih Terim, ilk kez CNN Türk için bir televizyon programı yapacak. (https://www.hurriyet.com.tr/fatih-terim-cnn-turkte-39194047)
Daha ne diyeyim!?
Hadi son bir şey söyleyeyim: Hani TERİM’in en başında Fatih Hoca “Bu projeyi neden mi kabul ettim?” diyerek, yapımdan kendi muradını anlatıyor ya: “İnsanların yaptıkları çok çabuk unutuluyor. Hatta bazen siz bile hatırlayamıyorsunuz. Bu zaman yolculuğunda ben de ne yapmışım, seyretmek, dinlemek istiyorum açıkçası.” (Bölüm 1 – 02:28)
Keşke bunu hiç koymasaymışsınız ey yapıcılar!
Bir sinemacı olarak ne üzüldüm, ne şaşırdım. “Bizim sektörde çok sık karşımıza çıkan mantıkla yapılmış, o yüzden yazık edilmiş işlerden biri” der geçerim. Ama bir futbolsever ve Galatasaray taraftarı olarak çok üzüldüm, Fatih Hoca’nın yukarıdaki sözlerini duyduğum için. TERİM adlı yapımın, ismini yapıma veren kendi öznesinin muradını bile karşılayamamış olması ne acı! Ortaya çıkan şeyin ne denli kötü kotarılmış bir iş olduğunu anlamaya sırf bu bile kâfidir.
En başta Brecht’in sözlerini aktarmıştım ya, onları Fatih Terim gibi bir usta özelinde, kendi meşrebimce dillendirerek bitirmek istiyorum: “Fatih Terim’in kötü çalıştığını ya da görevlerini yapmadığını söylemiyorum. Hatta, görevini tam yerine getirdiğine inanıyorum ve size utanın diyorum, eski sorulara yeni yanıtlar aramak yerine, yeni sorular sormadığınız için…”
Sözüm, işin yönetmeni, yapımcısı, senaristi kimse ona!
Siz hem ülke hem dünya futboluna damga vurmuş Fatih Terim gibi bir ikonik karakteri hiç anlatmadığınız gibi, bir de işin sonunu, etkileşim kasmak için “Acaba en son ne demek istedi? Başkan mı olacak? Teknik Adamlığa mı dönecek?” gibi magazine bağlayıp bitiriyorsanız, tam da dediğimi haklı çıkarmış oluyorsunuz: Bir sinemacı iseniz, tarihsel olarak Terim karakterine odaklanırsınız; işin ticareti/menfaati peşindeyseniz kişisel olarak Terim’e oynarsınız.
Çağımızın yaşayan en önemli düşünürlerinden biri olan Alain Badiou, “sahici bir Etik” anlayışını tartıştığı Etik adlı eserinde“İyi, ancak dünyayı iyi kılmaya heves etmediği sürece ‘iyi’dir. Yani bir hakikatin gücünün aynı zamanda bir tür güçsüzlük olması gerekir. Bir hakikatin gücünün her mutlaklaştırılması bir kötülük örgütler.” diye bir saptamada bulunur. Üstünde tefekkür ettiğinizde, kişisel hayatlarımızdan, toplumsal yaşantıya kadar ne çok şey anlattığını fark edeceksiniz.
TERİM yapımının yaratıcıları, yaptıkları işte FATİH TERİM gibi bir hakikate ve o hakikatin kudretine kıymet vermeyip, Badiou’nun perspektifini çizdiği üzere bir kötülük örgütlemeye hizmet ettikleri için benim nazarımda yapımcı, yönetmen, senarist falan değil; din bezirganlarının yaptığından farksız bir biçimde, sinema bezirganlığı yapmış kişilerdir.
Benim doğduğum yerde, bir iş yapılması gerektiği gibi yapılmamışsa, bir laf vardır; ustalar çıraklara, babalar çocuklara, büyükler küçüklere “hadi oğlum hadi…” der.
Velhasıl kelam… Hadi oğlum hadi, TERİM’miş…
Başka sözüm yok hakim bey